18 Ekim 2008 Cumartesi

Yapı Stratejiyi Takip Eder


Mitolojide yoldan geçen herkese bilmeceler sorup, sorduğu bilmeceyi cevaplayamayanları öldüren Sfenks'ten bahsedilir. Sfenks esasında basit bir bilmece sormaktadır ve bilmecesi de şöyledir: sabahleyin dört ayak öğle vakti iki ayak akşamleyin ise üçayak olan canlı nedir? Bilmecenin doğru cevabını veren bir kişi olmuştur: Oedipus… Sfenks bunun üzerine kendini bir uçurumdan aşağı atmıştır. Bilmecenin cevabı insandır. Sabah çocukluğu, öğle yetişkinliği ve akşam da ihtiyarlığı betimlemektedir.

Yüksek lisans derslerinden biri olan Stratejik Yönetimin finalinde aklıma gelmişti bu bilmece ve bir sorunun da cevabı olmuştu. Soru yapı stratejiyi takip eder söylemini açıklayın diyordu. Önce nasıl bir giriş yapsam diye düşünürken bir anda bu bilmece geldi aklıma.

Yapı stratejiyi takip eder söylemi aslında bir tezdir. Alfred Chandler'in öne sürdüğü bir tezdir. Chandler, bu tezini üç aşamada açıklıyordu:

-Genel bir organizasyon yapısı seçilir.

-İhtiyaçlara göre bu organizasyon yapısı düzenlenir.

-Düzenlenen yapı iletişim ve koordinasyon mekanizması ile desteklenir.

Stratejik yönetimde alınan kararların uygulanması için bir takım şartların sağlanması lazımdır. Özellikle firmaların geleceklerini stratejilerle şekillendirdiği düşünülürse bu kararların ve programların uygulanması stratejilerin hayata geçirilmesi için olmazsa olmazdır. Stratejilerin uygulanması için de öncelikle uygulayıcıların durumunun uygunluğu gerekmektedir.

Organizasyonlar için insanların hayat eğrisine benzer bir hayat eğrisi çizilir. Bu eğri doğma, büyüme, olgunlaşma, zayıflama ve ölümden oluşur. Organizasyonlar da insanlar gibi bu eğrinin her noktasında farklı stratejiler ve farklı stratejiler neticesinde farklı yapıları benimserler.

Şimdi bir bebek düşünelim emekleyen… Bütün vücuduyla bir hedefe doğru yol almaktadır. Bütün vücut bir olmuş ayaklanmaya çalışmaktadır. Sonra yavaş yavaş iki ayağı üzerinde durmaya çalışmalar, çalıştıkça düşmeler kalkmalar..hep bir uğraşı, hep bir çaba ta ki ilk adımı atana kadar… Sonra ilk adımlar..bir iki üç derken yürüme koşma ve artık hep iki ayak üstüne hayat boyu durmaya çalışma… Bu bebek örneğinde görüldüğü gibi yapı stratejiye uyum sağlamak durumunda kaldı ve değişti. Yürümek dahası sürekli ilerlemek bir strateji olarak düşünüldüğünde emekleme, iki ayaküstünde durma da birer yapısal değişiklik olarak algılanabilir. Çocuk iki ayağı üzerine durduğunda yürüyebildiğini fark etmemiştir tam aksine yürümek için iki ayağı üzerinde durması gerektiğini fark etmiştir ve emeklemekten kurtularak iki ayağı üzerinde yürümeye koşmaya başlamıştır. İnsan her zaman genç olamıyor maalesef. Uzun yıllar bütün vücudu taşıyan o iki ayak gün oluyor üçüncü bir ayağa bir bastona ihtiyaç duyabiliyor. Yapı tekrar değişiyor. Stratejiye yeniden uyum sağlıyor. Yapılar stratejilere uyum sağladığı sürece stratejiler uygulanabilir, hayata geçirilebilir. Yapı stratejinin gereklerini yerine getiremiyorsa atıl kalır ve maalesef atıl kalan bir yapı da günümüzün rekabetçi şartları altında hayatta kalamaz. Hele hele artık teknolojinin hızına yetişmenin imkânsız olduğu, teknolojinin sadece insanları değil bütün bir çevreyi etkilediği bir çağda yapının son derece esnek olması, değişime olabildiğince çabuk cevap verip adapte olabilmesi gerekmektedir. Charles Handy, 2001 yılında Filler ve Develer adında bir kitap yazmıştı. İş dünyası için önemli mesajları vardı bu kitabın. Oradan hareketle büyük organizasyonlar fillere benzer. Fillerin hareketleri ağırdır çok çabuk hareket edemezler ama ufak bir hareketiyle bile çok yer değiştirirler (Pirelere göre tabi) Pireler ise fillerin aksine çok hızlıdır, çabuk reaksiyon gösterirler ve hızla yer değiştirirler. İşte bahsettiğim bu hızlı değişimler karşısında firmalar bir pire olabilmeli çabuk reaksiyon verebilmelidir. Çünkü bu değişime uyanlar kazanacak olanlardır.

Çin işi Güldür Bizi


Daha önceleri yazdığım bir yazı idi bu aslında... Soruman'da yazmıştım. Bu başlığa sebep olan durumun fotoğrafını da çekmiştim de yazı yayınlanırken resmi bulamamış ve yayımlayamamıştık. Bilgisayarımı kurcalarken resim çıktı karşıma ve burada ona yer vermeye karar verdim.

Çin hakkında her gün bir şeyler duyuyoruz. Çin Tehdidi, Çin’in Yükselişi, Çin Nüfusu, Çin’in Üretim Gücü, Çin Malı… Her yerde bir Çin haberi görüyorsunuzdur. Malumunuz üzere denizde kum Çin’de işgücü… Milyarlarca insan hatta robot misali çalışan milyarlarca insan sanırım daha doğru olur.

Bugün piyasalarda her ürünün bir de Çinli hali vardır. Yani Çin’de üretilmiş; ucuz iş gücü ve kalitesizliği sebebiyle muadiline oranla kat kat daha ucuz Çin ürünleri. Çinliler çalışmada ve de kopyalamakta çok üstün bir millet. Bir ürün yok ki bugün pazara girsin de yarın Çin’de aynısı üretilmemiş olsun. Artık “Made in China” yazılı insanlar göreceğiz diye bile bazen korkuyorum. Kopyalamakta üzerlerine yok dedik, öyle ki sorgulama inceleme falan yapılmaksızın doğrudan kopyalıyor adamlar. Nerede Ar-Ge yapanların emekleri, nerede Ar-Ge ye harcanan paralar. Düşünen kim. En son Kumtel firması benzer bir durumla karşılaşmıştı. Yeni geliştirdikleri bir ısıtıcının kalıbında oluşan bir defodan dolayı bu kalıbı atmışlar. Nasıl olduysa işte Çinliler bu kalıbı bulmuş ve defolu olmasına rağmen Kumtel’in piyasaya süreceği yeni ısıtıcıyı defolu olarak piyasaya sürmüştür. Cezayir ya da Fas’a çok büyük bir parti olarak verilecekken devlet bakanı Kürşat Tüzmen’in girişimleri ile bu ürünler pazara girmeden toplattırılmıştı. Bizimki de buna benzer bir hadisenin gözlerimizle tanık olduğumuz halidir.

Bir arkadaşım tatil için Dubai’ye gitmişti. Seyahati tam da Dubai’nin geleneksel alışveriş festivaline denk gelmiş, bol bol gezme imkânı bulmuş. Çin Pazarı elbette ki orada da var. Çin Pazarına giren arkadaşım sırayla gezinirken uzaktan kumandalı oyuncak helikopterleri görmüş ve bir tane almış. -Esasında evinde iki tane uzaktan kumandalı helikopteri var ama görünce dayanamıyor- Sonra biraz daha ileride aynı helikopteri daha ucuza görmüş onu da almış, derken biraz ileride biraz daha ucuza… Böyle böyle derken tam 5 tane helikopter almış. Alışveriş çılgınlığı bu mudur acaba ?

Seyahat dönüşü helikopterleri getirip salonun ortasına sergi misali serdi. Birkaç tanesini hediye olarak almış. Maksat hepsi çalışıyor mu diye kontrol etmek. Sırasıyla hepsini kutusundan çıkarıyor, kumandanın pillerini takıp ilk uçuşlarını yaptırıyoruz. Bir nevi kalite kontrol yani. Derken gözüm helikopterlerin bulunduğu kutulara takıldı. Tabi ki hepsi Çin Malı. Birinin üzerinde “For Ages 8+” yazıyor. 8 yaş üstü için yani. Tamam bu gayet normal. Sonra diğer kutuya bakıyorum. Onda da öyle bir şey yazıyor ama bu Çinli firma sanırım birazcık dikkatsiz davranmış ki tam bir kopyalama yapamamışlar. Onların kutusunun üzerinde “For Ages B+” yazıyor. B üstü yaş için ne demek acaba? Canım adamlar ne yapsın Latin alfabesini sanki her an mı kullanıyorlar… Ha 8 ha B benziyor işte… Bunu gösterdiğim arkadaşım kahkahayı patlattı, güldük eğlendik. Ah Çinliler akşam akşam güldürdünüz bizi…

12 Ekim 2008 Pazar

iphone Geldi Hoş Geldi


Yazmak için biraz geç kaldım farkındayım. Iphone geleli bir hayli zaman oldu. 26 Eylülde Turkcell'in yaptığı anlaşma sayesinde nihayet ülkemize de teşrif edebildi iphone. Dünya çapında bir çılgınlığa sebep olmuştu iphone. İnsanlar bu telefona ulaşabilmek için saatlerce bekliyorlar, mağaza önlerinde sabahlıyorlardı. Hoş buna sadece telefon diyerek geçmek biraz haksızlık olur.

Apple, Ipod ile bir devrime imza atmış, adeta dönüşüm muhteşem olacak sözünü bizzat yaşatarak göstermişti. Apple, Ipoddan aldığı rüzgar ile birlikte değeri milyar dolarları bulan cep telefonu pazarına da girmeye karar verdiğinde ne kadar başarılı olacağı tartışılıyordu. Apple, Iphone ile ipodda yakaladığı başarıyı cep telefonu pazarında da yakaladı ve kısa bir sürede beklediğini ve hatta beklediğinden fazlasını elde etti.

Iphone ilk olarak ocak 2007 de piyasaya sürüldü. İlk piyasaya sürülen modeli 4 ve 8 gblık versiyonlarıydı sonrasında 4 gblık versiyonunun üretimine son verilerek 8 ve 16 gblık versiyonları piyasaya sürüldü. Turkcell'in Türkiye'ye getireceği iphone acaba 3G desteği sağlayacak mıydı bunu merak ederken öğrendik ki Türkiye'de de 3G destekli yeni nesil Iphonelar sahne alacaklardı.

Iphone dünya piyasalarında oldukça yoğun bir ilgi gördü. Iphone'u bu kadar ilgi çekici yapan neydi? Kısa bir araştırmanın ardından hakkında kısaca şunları yazabiliriz.

Iphone 3G, çığır açan bir cep telefonu,geniş ekranlı bir iPod, zengin HTML e-mail ve tam web browsing özelliklerine sahip muhteşem bir internet cihazı diye tanımlanıyor.

Genel Özellikleri:

Ağırlık ve Boyut

* Yükseklik: 115mm (4.5 inc)
* Genişlik: 61mm (2.4 inc)
* Derinlik: 11.6 mm (0.46 inch)
* Ağırlık: 135 grams (4.8 ounces)

Bellek

* 8 GB veya 16 GB sabit hafıza.

Görüntü

* 3.5 inç Multi-touch (Çoklu-Dokunmatik) Ekran. Oldukça geniş bir ekran
* 160 dpi'da 480-320 piksel Çözünürlük
* Başka dildeki karakterleri gösterebilme

İşletim Sistemi

* Mac OS X(iphone sürümü)(Unix Tabanlı)

GSM

* Quad-band (850, 900, 1800, 1900 MHz)

Kablosuz Kapasite

* Wi-Fi (802.11b/g)
* EDGE
* Bluetooth 2.0+EDR

(Bluetooth sadece kablosuz kulaklık için, bu yüzden veri aktarımı yapamıyorsunuz)

Kamera

* 2.0 megapixel kamera. Bu kamera bu telefona az geliyor kanısındayım.

Ses

* Frekans Cevabı: 20Hz - 20,000Hz
* Desteklenen Ses Formatları: AAC, Korunan AAC, MP3, MP3 VBR, Audible (1, 2, ve 3), Apple Lossless, AIFF, ve WAV

Batarya Durumu

* Şarj edilebilir lithium ion pil
* Konuşma süresi: 8 saate kadar
* Standby süresi: 260 saate kadar
* Internet kullanım süresi: 6 saate kadar
* Video oynatma süresi: 7 saate kadar
* Müzik dinleme süresi: 24 saate kadar

Bataryanın yaklaşık 1 yıl kadar sonra değiştirilmesi gerekiyor.

Iphone da web tarayıcısı olarak Safari yer alıyor.

IPHONE Kaç Para ?

Peki bu telefona sahip olmak için ne kadar parayı gözden çıkarmak gerekiyor ?? İşte cevabı:

Iphone şuan Türkiye'de hem Turkcell tarafından hem de Vodafone tarafından satışa sunulmuş durumda. Her iki operatörde çeşitli kampanyalar yapmış durumda.Apple'ın sayfasında Iphone 3G için iki kat hızlı ve yarı fiyatına ibaresi kullanılmış ancak bu şimdilik Türkiye'de geçerli olmayacaktır. En azından fiyat konusunda....

Turkcell müşterilerine üç paket sunmuş durumda

1. Paket
150 dk. + 150 sms + sınırsız internet paketi. Bu paketin aylık ödemesi 75 ytl ve Iphone için de 279 lira ödüyorsunuz.

2. paket
500 dk. + 500 sms +sınırsız internet paketi. Bu paketin aylık ödemesi 115 ytl ve Iphone için de 189 lira ödüyorsunuz.

3.paket
1000 dk. + 1000 sms + sınırsız internet paketi. Bu paketin aylık ödemesi 145 ytl ve Iphone ücretsiz olarak veriliyor.

Bu paketlerin taahhüt süresi 18 ay. Yani bu paketlerden birini aldığınızda 18 ay boyunca paket ücretini ödüyorsunuz. Ayrıntılı bilgi için burayı tıklayabilirsiniz.

Sınırsız internet paketinin de bir sınırı var aslında ve bu 3 gb ile sınırlandırılmış. Bir de paket fiyatlarına özel iletişim vergisi (ÖİV)yansıtılacaktır.

Piyasaya Iphone süren bir diğer operatör ise Vodafone. Vodafone'nun sunduğu paketlerde şöyle

Vodafone Iphone Paketleri

1. paket
150 dakika konuşma+150 SMS+150 MB internet - iPhone fiyatı: 979 YTL - Aylık Ücret: 39 YTL

2. paket
350 dakika konuşma+350 SMS+350 MB internet - iPhone fiyatı: 779 YTL - Aylık Ücret: 69 YTL

3.paket
750 dakika konuşma+750 SMS+750 MB internet - iPhone fiyatı: 579 YTL - Aylık Ücret: 99 YTL

4.paket
1.500 dakika konuşma+1.500 SMS+1 GB internet - iPhone fiyatı: Ücretsiz - Aylık Ücret: 149 YTL

Bu paketlerde, iPhone cihaz ücretleri 12 eşit takside bölünerek ödenebiliyor. Bu paketlerin Turkcell paketlerinden farkı ise ödeme taahhüdünün 12 ay ile sınırlı olması. Yani aldığınız paket için 12 ay boyunca bu ödemeleri yapıyorsunuz.

Iphone piyasaya ilk çıktığında fanatikleri hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü tabir caizse dışı seni içi beni yakar durumu söz konusu idi. Bakalım Iphone 3G Türkiye'denasıl karşılanacak...

Son olarak belirtmekte fayda gördüğüm başka bir nokta daha var... Cep telefonlarında 3G genellikle görüntülü konuşma imkanı sağlayan bir teknoloji olarak bilinir. Bu aslında tam olarak böyle değildir. Iphone'dan bunu bekleyenler maalesef hayal kırıklığı yaşayacaktır. Çünkü Iphone 3G, görüntülü konuşma desteği sağlamıyor. Bir de Iphone'nun Apple mağazalarından alınıp yüklenebilecek 3. parti uygulamalarını da desteklediği söyleniyor ancak bunların birçoğu ücretli olduğundan insan ister istemez başka yollar arıyor. Eğer farklı iphone uygulamaları için böyle bir arayış içine girerseniz şuraya da bakabilirsiniz.




2 Ekim 2008 Perşembe

Yağmur

29 Eylülde Kıbrıs'ta ilk kez yağmuru gördüm. Buraya geleli yaklaşık 2.5 ay oldu ve bu geçen iki ay o kadar kurak geçmişti ki benim gibi Karadenizli biri için bu kadar kuraklık pek alışılacak bir durum değildi.

Genel olarak yağmuru çok sevmediğimi sanırken meğerse ne kadar severmişim yağmuru ki bu yağan ilk yağmurun altında bulunca kendimi anladım bunu... Islana ıslana yürüyordum. Yerler toprak değil de kum olduğundan ilk yağmurda cilim cilim çamur olmuştu ortalık... Buna rağmen seviyordum yağmuru... Yağmur ile ilgili yazdığım bir yazı geldi sonra aklıma... Hazır Pazartesi Yazılarını burada yayımlamaya başlamışken o yazının da sırası geldiğini düşündüm... İşte 8 Ağustos 2006 da yazdığım "Yağmur" yazısı...

****

İnsanoğlunun istekleri bitmez… sınırsız istek.. sınırlı kaynak…İstekler o kadar sınırsız oluyor ki bazen ne kaybettiğimizin farkına bile varamıyoruz..nasılsa o kaybettiğimizi de isteyebiliriz. Konfüçyüs’ ün deyimiyle biz insanoğlu bir garibiz.. Para kazanmak için her şeyimizi harcayabiliyoruz, her şeyimizi… En önemlisi sağlığımızı bile harcayabiliyoruz..sonra da kazandığımız paralarla kaybettiğimiz sağlığımızı geri kazanmaya çalışıyoruz.

Dön dolaş aynı yere geliyoruz biraz yaşlanmış olarak

***

Son günlerin en sıcak günlerini yaşıyoruz .. O kadar sıcak ki başımızı serin ofislerimizden dışarı çıkarmak bile gelmiyor işimize…bir de serin olmayan ofisleri düşünüyorum…tahtaya vuruyorum..eski bir alışkanlıkla…

***

Ben yağmuru pek sevmem daha doğrusu kapalı havaları pek sevmem..yağmur altında ıslanmak hiç hoşuma gitmez eğer ki yalnızsam…

Bir de İstanbul’da yaşadığımı göz önünde bulundurursak İstanbul yağmurlu günlerde hiç çekilmez, canını sıkar insanın

***

Pencere önünden dışarıyı izlerken sınırsız isteklerimden biri uyanıverdi homurdanarak…
yağmur… sağanak bir yağmur.. o kadar şiddetli bir yağmur ki çatılara vuran yağmurun sesini duymalıydım kulağımda…

Yağmurdan kaçan insanlar geldi bir an gözüme...Tebessüm ettim…

***

Bu yazı düne aitti esasında…yarım kalmıştı, varmış bir hikmeti demek ki bu sabah gök gürültüsüyle uyandım…Hem de mevsimin en sıcak günlerinin yaşandığı şu günlerde…

Acaba başka bir şey mi isteseydim diye düşündüm biran.. Pencereye çıktım yağmuru izlemeye…Yağmur ki ne yağmur tam istediğim gibi…Sesine uyanacak kadar şiddetli bir yağmur ve topraktan yükselen harika koku...

Güzel bir başlangıç... Eğer ki trafik tıkanmadıysa... Bugün acaba ne istesem.



1 Ekim 2008 Çarşamba

Nehir, Balık ve Ağaç

“En son nehir zehirlendiğinde, en son balık avlandığında ve en son ağaç kesildiğinde paranın yenecek bir şey olmadığını anlayacaksınız.” Bir Kızılderili atasözü...

Ortaokul yıllarında bir diş hekiminin yanında çalışırken her sabah bu söz karşılardı beni….

Kapının karşısında kocaman bir tablo…insanın kolay kolay unutamayacağı kadar büyük tablo….

O yıllardan kazınmış aklıma… en son nehir , en son balık, en son ağaç…

Yıllar sonrasında çalışma hayatının içindeyim ve bazen öyle şeyler duyuyor öyle şeyler görüyorum ki son nehir, son balık ve de son ağaç geliyor aklıma… Korkuyorum….

Çok büyük şirketlerde çok güzel yerlerde çalışan insanlar….Kiminin imrenerek, kiminin kıskanarak baktığı mevkiler ve oradaki insanlar…Onlardan gördüklerim duyduklarım beni korkutanlar…

“Şu üzerimde gördüğün elbiseyi bile kardeşim aldı… O kadar yoğun çalışıyorum ki bir türlü alışveriş yapmaya fırsatım olmuyor…İşten çıktığımda kapanmış oluyor mağazalar..Hafta sonlarım zaten felaket…Ben çalışıyorum, kardeşim de harcıyor…”

“Ailemle en son ne zaman birlikte bir pikniğe gittiğimi hatırlamıyorum.”

“Çocuklarımı görmeyeli kaç gün oldu…Onlar uyurken çıkıyorum evden, döndüğümde onlar uyumuş oluyorlar.”

“Annemleri ziyaret etmeyeli neredeyse bir yıl oldu.”

Tanıdık geliyor mu bu konuşmalar size ? Umarım hala bu konuşmalara yabancısınızdır, bu sözleri hiç sarf etmemişsinizdir…size hiç tanıdık gelmiyordur…Eğer “tanıdık geliyor da ne demek bizzat yaşıyorum, söylüyorum” diyorsanız son nehri, balığı ve ağacı düşünün derim ben….

Dahası….

Bir yerde okumuştum da çok hoşuma gitmişti… “İnsanlar tuhaftır hep şaşırtır beni…Para kazanmak için sağlıklarını kaybederler…Sonra da kaybettikleri sağlıkları kazanmak için kazandıkları paraları verirler…”

Bu sözü hatırlayın derim….

Bir musibet bin nasihatten yeğdir hesabı ben bu sözü ancak sağlığımdan bir şeyler yitirdiğimde hatırladım maalesef ve bir nefes sıhhatin nasıl her şeyden daha önemli olduğunu gördüm.

Size soruyorum….Harcayamayacağınız kadar para kazanmak… hep daha fazlasını istemek…

Hayatımızdan, zamanımızdan, sevdiklerimizden fedakarlık yaparak kazandıklarımız ve bunların karşısında kaybettiklerimiz…

Değer mi ?

30 Eylül 2008 Salı

Hayat Ekspres

Bir iki yıl önce çalıştığım yerde "Pazartesi Yazıları" diye bir uygulama başlatmıştık. Her pazartesi sıradan, sıradışı, samimi, o an aklımıza gelen, çoktandır aklımızda olan birşeyleri paylaşıyorduk okurlarımızla. Beklediğimizden de iyi bir dönüşü olmuştu bu köşenin. Hatta öyle ki okurlarımızdan bir çoğu da bu paylaşıma yazılarıyla katılmıştı. Amacımız "pazartesi sendromu"denen durumla bir nebze olsun çalışanları karşılaştırmamaktı. Geçenlerde aklıma geldi bu "Pazartesi Yazıları" tam da bir pazartesi sendromunun içindeyken. Askerde de olsa insan yaşıyor bu sendromu. Orada yazmış olduğum bir kaç yazım vardı onları bakınırken burada da paylaşmak geldi aklıma. Hayat Ekspres diye bir yazım vardı... Şöyle diyordum orada:

Acı bir siren... Kalkmak üzeredir bir tren… Kimi sevdiğini/sevdiklerini uğurlar bir başka memlekete, kimi de sevdiğini / sevdiklerini gider görmeye ve hep mekân bir tren garıdır filmlerde nedense. Özlemlerin başladığı yer de bittiği yer de tren garıdır. Sevincin de özlemin de gözyaşı tren garındadır.

Vapurun derin düdüğü ürpertti biran beni ve kendime geldim. Haydarpaşa tren garına bakarken dalmışım. Az önce düşündüklerim Haydarpaşa’nın önünden geçerken hızla geçiyor aklımdan, sessiz sedasız uzaklaşıyor sonra… Kaç sevda burada başladı kaçı bitti acaba? Tutan olsaydı bunun defterini kim bilir ne notlar düşerdi. Sonra nedense gözümün önüne kalkan trenin peşinden koşan biri geliyor. Yetişmeye mi çalışıyor yoksa son kez olsun birini mi görmek istiyor bilemiyorum ama biri koşuyor işte. Yazık ki yetişemiyor, yığılıyor bir köşede...

Biz ne trenler kaçırıyoruz kim bilir her gün? Günlük telaşımızla neleri unutuyoruz, neleri unutacağız ve kim bilir neleri unuttuk dün. Hayat dediğimiz de bir tren değil mi sanki… Binlerce istasyonu milyarlarca yolcusu olan bir tren… Hangi istasyonda kimleri bıraktık ve hangi istasyonda kimler bekliyor bizi. Her duygu her an bir istasyon değil mi? Az önce gençlik istasyonundan geçmedik mi ya da bir sonraki istasyonumuz olgunluk istasyonu değil mi? Arada birbirinin aynı olan istasyonlarda var unutmadan söylemeli… Sevinç ne zaman karşımıza çıkar, bilemeyiz keder hangi istasyona verilen addır. Önümüzde tam bir haritası yoktur bu istasyonların, tek kötü yanı da budur. Ha bir de istasyonlarda ömür boyu kalamayız maalesef. Zorunlu yolculuk bunun adı… Siz zoraki yolcuları bu trenin; indiğiniz istasyonlara çok tutulmayın sadece kıymetini bilin. Bilesiniz ki çok hızlı bu tren öyle filmlerdeki gibi kömürle çalışan cuf cuflayarak dumanını savuran kara trenlere benzemez çok hızlıdır döner başınız. O yüzden sıkı tutunun savrulmayın dağılmasın aklınız. Her istasyonda inin. Görecek bir şeyler öğrenilecek tadılacak şeyler vardır kesin… Sonradan ah vah etmektense şimdi zamanıyken deneyin. Belli olmaz bakarsınız o istasyona bir daha hiç uğramazsınız. İyidir “keşke” demekten acı dahi olsa denemek.

Kısacık bir seyahat yaptım aklımın kıvrımlı yollarında hayalimin eşliğinde ve bakın kendimi nerede buldum… Sirkeci’de… Tren istasyonunda… Son treni kaçırmam inşallah.
Bazıları için uzun bazıları için bir göz açıp kapayana kadar geçen bu yolculuklardan zevk almanız dileğiyle “Hayat Ekspres” size hayırlı yolculuklar diler… Sahi bir şey alır mıydınız?



7 Eylül 2008 Pazar

Doğum Günü Kutlamaları


Hemen hemen herkes Happy Birthday şarkısını öyle ve ya böyle söylemiştir sanırım. Bugün bu şarkı benim için de söylendi.. Kıbrıs'ta olmam sebebi ile pek çok arkadaşım bu doğum günümde yanımda değildi maddeten...Ama gerek telefon gerek maillerle sağolsunlar yalnız bırakmadılar beni... Hep beraber mutlu yıllar dedik... İnsan mutlu olduğunda bunu pek kimselerle paylaşmıyor demiştim bir yazımda. Ona nazire yaparcasına bir yazı yazayım istedim. Zaten uzun zamandır da ihmal etmişim burayı...

Yazıma hemen bir Teoman şarkısı ile gireyim...Paramparça... Bu şarkı çok güzel başlayıp giderken bir noktaya gelir ki oradan ötede hüzünlenirsiniz... Adam sarhoştur yastadır, babasını kaybettiği yaştadır. Zaman geçmektedir ve bildiği tüm hayatlar param parçadır.


Ne der Teoman bu şarkısında buyrun bakalım...

saatim yok tam olarak bilemem
biraz bira, biraz sarap onceydi
nasil oluyor vakit bir turlu gecmezken
yillar hayatlar geciyor
kayip bir bavul gibiyim havaalaninda
ya da bos bir yuzme havuzu sonbaharda
cok mu ayip hala mutluluk istemek
neyse zaten hic halim yok
bugun benim doğumgünüm
hem sarhosum hem yaştayim
bir bar taburesi ustunde
babamin öldüğü yaştayım
bugun benim doğumgünüm
kelimler buyuyor agzimda
bildigim tum hayatlar
paramparca
takatim yok yine de telefona sarildim
son bir özür icin
sevdigim tum kadinlardan
aradim mesajlar cikti kapattim
telesekretere konusamayanlardanim
bugun benim doğumgünüm
hem sarhosum hem yastayim
bir bar taburesi ustunde
babamin oldugu yaştayim
bugun benim doğumgünüm
kelimler büyüyor ağzimda
bildigim tum hayatlar
paramparca

Neden bu şarkı... Evet, bugün benim doğum günüm ama Allah'a şükür ne sarhoşum ne de yastayım. Hem babam da yaşıyor buna da şükrediyorum. Bildiğim hayatlar da paramparça değil. E iyi de o zaman neden bu şarkı değil mi ? Bilmiyorum, bir sebebi mi olması lazım canım. Canım bu şarkı ile yazıya girmek istedi o kadar.... Şarkının girişini çok beğendiğimden olsa gerek... Vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor olması. An olur ömre bedeldir; ömür olur ana bedel... Sayılı zaman çabuk geçer de eğer sayarsan hiç geçmez. Zamanın kendi içinde böyle bir kısır döngüsü vardır. Mutlu anlar çabuk, hüzünlü anlar yavaş geçer. Ömür denen şeyin zaten nasıl geçtiğini bile anlamazsın. Annemin eteklerine yapışıp ; " Anne ya ben ne zaman on beş yaşında olacağım?" dediğim dün gibiydi.. Dün değilse bile ondan bir gün önce olsun hadi. Ne var ki on beşte neden acele ediyorsun be çocuk. Bırak olduğun gibi kal işte... Oyna koş zıpla öyle geçsin günlerin olmaz mıydı ki sanki... Şimdi o çok beklediğim on beş yaşını geçeli neredeyse on beş sene geçmiş... Öyle işte bu zaman... Zaman zaman çok hızlı zaman zaman çok yavaş... En güzel yıllarda öyle hızlı ki insan ister istemez aman diyor... Zaman... yavaşla biraz aman....

Zamandan dem vururken bir de her yılın geride kalmasını ya da yeni bir yılın yaşın gelmesini kutlamamız vardır. Doğum günü kutlamaları... Bir yaştan sonra bu bir kutlama olmasın diyor mudur insan ? Düşünsenize arkadaşının 50. yaşını kutluyorsun... İçten içe sanki bak bir yılın daha gitti bir yaş daha yaşlandın dermiş gibi geliyor mudur insana ? Öyle olmuyordur inşallah... Otuza doğru gittiğimiz şu günlerde gidenlere değil geleceklere bakmak istiyorum. Geçeni hayırla yad edip geleceğe umutla bakmak.... -Vay vay vay çok fiyakalı bir söz söyledim - Evet evet, ben bunu istiyorum... Bu yeni yaşımın ilk gününde isteğim budur... Zaman amca isteğimi kabul eder misin acaba ?



18 Ağustos 2008 Pazartesi

Unutmak Üzerine

Yakın zamanda bir yazı yazmıştım alışmak üzerine. Alışmak bir yerde ilk karşılaşmayı, farklılığı unutup bir şeyi sıradanlaştırmadan ibarettir demiştim. Bunun üzerine bir yazı da unutma üzerine yazmak istedim. Bunu yazıyı aslında dün yazacaktım. Tam da 17 Ağustos yıkımının yıl dönümünde... Hani unuttuğumuz o hazin yıkımın yıl dönümünde ama yazamadım daha doğrusu unuttum.

Bir yerde hafıza-i beşer nisyan ile maluldur söylemine örnek teşkil ettim. Böyle bir sözümüz vardır. Öyle veya duymuşsunuzdur. Bazen bir savunma cümlesi olarak bazen bir sessiz isyan cümlesi olarak muhakkaktır ki bu sözü duymuşsunuzdur. Ne demektir bu söz ? Bu söz şöyle der ey insanoğlu sen unutursun, unutmaya mahkumsundur.... Düşünürsün konuşursun ama aynı zamanda unutursun da...Bu senin eksik yönlerinden biridir. Evet hem de ne eksik.. Öyle bir eksik ki ders almamız gereken nice musibeti bile görmezden gelmemize sebep olan bir eksiklik. Bu elbette bir savunma değil...Ne yapayım kardeşim unutuyorum işte diyerek kimse kurtulamaz.

17 Ağustos 1999 depremi Türkiye'de feci bir yıkıma yol açmış, binlerce ocak sönmüş, onbinlerce çocuk yetim öksüz kalmıştır. Ve bunu insanoğlu kendi eli ile yapmıştır. Kısa dönemli kazançlar uğruna bir daha hiç bulamayacağı bir değeri, canını feda etmiştir. Bu yıkımın ardından deprem sigortası yapı denetimi gibi bir sürü önlem alınmıştır. Geç de olsa binlerce can yanmış da olsa önlem alınıyor olması sevindiricidir. Ancak yine yakın zamanda gördük ki aslında alınan önlemler de pek yeterli olmamış. Neden ? Çünkü işin içinde insan var. Kafalar değişmedikten sonra, insan her zaman bildiğini okumaya devam eder. Buyrun bir örneği... Herkes televizyonlarda izlemiştir. Konya'da tüp gaz patlaması sonucu çöken Kur'an Kursu ve maalesef hayatının faha gençlik dönemine bile adım atamadan bu dünyadan göçen on sekiz can... Hani nerede kaldı önlemler, nerede kaldı 17 Ağustos depreminde aldığımız dersler... İşte tekrar etti tarih. Mehmet Akif, hiç ibret alınsaydı eder miydi tekerrür tarih demiştir. Evet gördük ki ders almıyoruz ve her seferinde yine yeni yeniden aynı durumlarla karşılaşıyoruz. Aslında burada asıl problem ders almamak değil; asıl problem unutmak....

Unutuyoruz... Bugün bize yapılanı, milleti kandıranları, vatanı satanları, bize kurşun sıkanları, arkamızdan kuyumuzu kazanları, ağır yıkımları, yalanları...Hiç düşünmeden unutuyoruz... Utanmadan unutuyoruz...

Korkarım ki bir gün gelecek kim olduğumuzu ne yaptığımız kim olduğumuzu nereden gelip nereye gittiğimizi de unutacağız. Her şeyi bir kalemde unutacağız.. O zamanda hafiza-i beşer nisyan ile maluldur sözünün arkasına mı sığınacağız? Tabi eğer onu da unutmazsak...

17 Ağustos 2008 Pazar

Bir Adam Fark Yaratabilir


One man can make difference… Sinemalarda klişeleşmiş bir sözdür… Bir adam fark yaratabilir şeklinde kabaca çevirisini yapabiliriz. Bu sözü ben inanarak söylerim. 3 yıl gizli müşteri, müşteri memnuniyeti, çalışan memnuniyeti konusunda çalıştım ve her zaman çalışanların ne kadar önemli olduğuna değindim. Daha önceleri de bir çok kez bu konu üzerine yazılar yazmıştım ancak bu kez doğrudan konunun içine dahil olunca bir kez daha yazmak istedim. Bir satışcı neleri değiştirebilir ya da bir satışçı neler yapabilir? Buyurun birlikte bakalım.
Temmuz ayında bir dizüstü bilgisayar almaya karar vermiştim. Etrafımdaki neredeyse herkes bilgisayar konusunda bana fikir danışmış ya da fikir danışanlarla beraber bilgisayar almışızdır.
Tatil için İstanbul’dan memlekete gitmiştim ve hazır vaktim varken olan mağazaları gezip bilgisayarları incelemiştim. Küçük bir yerde yaşıyorsanız tok satıcılara alışkansınızdır. Onlar için müşteri ile yakından ilgilenmek, müşteriye alternatif sunmak, ürün hakkında detaylı bilgi vermek biraz lükse kaçar, gerek yoktur ama tabi istisnalar da her zaman olabilir ki zaten yazımın esin kaynağı da böyle bir istisnadır. Carrefour, yeni açılmıştı ve içinde TeknoSa da yer almaktaydı. Teknosa’ya da bakayım dedim ve bu mağazaya geldim. Selim Bey isimli yazımızın da kahramanı olan satış danışmanı güler yüzle bizi karşıladıktan sonra nasıl bir ürün baktığımızı öğrendikten sonra bize alternatifleri sunmaya, ürünler hakkında detaylar vermeye başladı. Hatta ben sanki hiç bilmiyormuşçasına sorular sorarak ürün bilgisini bile denedim ve bunda da gayet başarılıydı. Teknosa’nın belirli bir süreyi kapsayan kampanyaları vardır ve bu kampanyaların birinde yer alan bilgisayarı almaya karar verdim. Sadece küçük bir problem vardı. Ben, bilgisayarı peşin alacaktım ancak bunu da bir hafta sonra yapabilecektim. O süre zarfında bu kampanya biterse şansımız yokmuş diyecektim ki bu noktada Selim Bey takdir ettiğim bir öneride bulundu. Bana “ Dilerseniz telefonunuzu bırakın dizüstü bilgisayarın elimizde kalmama durumu olursa ya da kampanya bitimine yakın yeni kampanya hakkında bize bilgi geldiğinde size bilgi vereyim.” dedi. Böylece bilgisayarın kampanyası bitecekse ya da değişecekse bir akşam öncesinden haberim olacaktı ki ben de buna göre tedbirimi alacaktım. Aradan bir hafta geçti ve Teknosa aynı kampanyaya devam etti ancak yeni ürünler de eklenmişti bu kampanyaya. Yeni eklenen ürünlerden biri vardı ki son derece ilgimi çekti ve onu almaya karar verdim. Bilgisayarı Selim Bey’den almaya karar verdim ve Teknosa’ya gittim. HP’nin HP 530 marka dizüstü bilgisayarını aldım. Bilgisayarın yanında 250 GBlık bir de harici hard disk vardı ki satın alma kararıma etkiyen en önemli faktör de bu olmuştu.
Yeni bilgisayarımı ve hard diskimi oyuncağına kavuşmuş bir çocuk edasıyla eve götürdüm ve harici hard diski hemen denedim. Maalesef hard disk bir hata veriyordu. Ertesi gün hard diski Teknosa’ya götürdüm, orada da denediler ve bir sonuç alınamadı. Ellerinde bir tane daha vardı onu da denediler ancak onda da aynı hata vardı. Hal böyle olunca hard diski servise göndermeleri gerekti ancak şöyle bir durum daha vardı ki iki gün sonra ben Türkiye’den ayrılacaktım ve bu bilgisayarı almamdaki en büyük faktör de bu hard diskti ancak yapacak bir şey de yoktu. Esasında vardı ama mağaza müdürü ilgilenmek istemedi. Hard disk başka bir mağazadan istenebilirdi (diğer mağaza aynı şehir de değil de il merkezinde yer almaktaydı.) ancak mağaza müdürü bunu yapmak istemedi. Selim Bey, bana karşı son derece mahcup olduğunu ifade ederken şöyle bir öneride bulundu: “ Biz bu hard diski servise gönderelim ve geri geldiğinde de size kargo ile gönderelim. Ücretini de firmamız karşılayacaktır.” Bu teklif o an için bana mantıklı geldi yalnız kargo gönderme konusunda aklıma soru işaretleri oluşmuştu. Kargoyu yurt dışına göndereceklerdi ve belki de yapacakları masraf bir hard disk ücreti kadar olacaktı. Acaba gerçekten firma bunu karşılayacak mıydı? Şöyle bir şey olabilirdi mesela. Ürün servisten gelir kargoya verilir, kargo gelir ve ücreti de müşteriden istenebilirdi. Türkiye’de olursa hiç şaşmayacağım da bir şey olurdu. Ben hard diski bıraktım ve iki gün sonra da Türkiye’den Kıbrıs’a geldim. Aradan on beş gün geçti ve Teknosa’yı aradım. Hard diskin yenisi ile değiştirildiğini ve hafta içinde kargoya verileceğini öğrendim. Yaklaşık on gün sonra da kargo elime ulaştı. Ücreti Teknosa tarafından ödenmişti ve hard diskte hiçbir problem yoktu. Bilgisayarı Teknosa’dan aldığıma bir kez daha memnun olmuştum. Dahası böyle yakından ilgilenen bir çalışanları olduğu için içten içe Teknosa’yı takdir de etmiştim. Umarım ki Teknosa da böyle çalışanlarını takdir ediyordur. Anadolu’nun küçük bir şehrinde ( Bafra’da ) bu şekilde hizmet veren çalışanlar bugün her firmanın sahip olmak isteyeceği çalışanlardır. Bu noktada ben Selim Bey’e bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Gösterdiği gayret ile kendisi belki farkında olmasa da sadık müşteri kazanma adına önemli bir iş yapmıştı.
Bir adam neler yapabilir ya da daha doğru bir tabirle bir satış danışmanı neler yapabilir? İşte size bir örneği…

12 Ağustos 2008 Salı

Alışmak Üzerine - 2

Bir önceki yazımda alışma üzerine yazmıştım. Yazıyı yazdıktan sonra biraz daha dikkat ettim nelere alıştığıma daha doğrusu neleri sıradanlaştırdığıma… Ölüm mesela… Ölümü o kadar sıradanlaştırmışız ki gözümüzün önünde biri ölse neredeyse ona bile kayıtsız kalacağız.

Körfez Savaşı örneğin… Körfez savaşı CNN den yayınlanan bir savaş olarak tarihe geçmiştir. Muhakkak ki zamanında Körfez Savaşı’nı teknolojinin de sayesinde canlı olarak izlediniz. Geceyi gündüzü çeviren füzeleri, silahlardan çıkan ateşi izlemişsinizdir televizyonlarda… Tıpkı bir film izler gibi izlemedik mi o savaşı. Bir yanda bir muhabir bir kameraman bir maçı anlatırcasına bir savaşı anlatıyor, beri yanda ekranın karşısında biz elimizde tabiri caizse patlamış mısır ABD-Irak maçını izliyorduk… İzlemiyor muyduk? Bir filmden ne farkı vardı ki hem izlenen hem de izleyenler açısından… İşte bakın bizler buna ALIŞTIK zamanla. İzlemeye alıştık. Ölümü savaşı sıradanlaştırdık ta ki ölüm bize ya da yakınlarımızdan birine çatana, ateş düştüğü yeri yakar sözünü yaşayana kadar…Amerika Bağdat’a girdiğinde de canlı yayın vardı ve ben de izlemiştim Saddam’ın heykelinin yıkılışını. Sonra Saddam’ın yakalanışı ve sonra idamını da izledim. Hep izledim ve kılım bile kıpırdamadı. Ne var ki altı üstü bir diktatör asılıyordu işte. Bu kadar basitti maalesef ve birkaç gündür bu kez de Rusya Gürcistan arasındaki savaşı izliyoruz. Uçaklar kameralar önünde binaları bombalıyor aynı anda masum siviller ölüyor, kimisi kaçmaya çalışıyor ve biz ekranın diğer tarafından bunları izleyebiliyoruz. Beni bu sıradanlaştırma rahatsız ediyor günlerdir. Bu kadar da alışmak istemiyorum, hayatı bu kadar basite indirgemek acaba ne kadar mantıklı bilemiyorum ama ben böyle böyle her şeye tepkisiz ve alışmış bir birey haline gelmek istemiyorum.

10 Ağustos 2008 Pazar

Alışmak Üzerine

Meşhur bir resim vardır, saçları kesilen gözü yaşlı bir çocuğun , o resmin üzerinde bir de yazı vardır ki alışmanın genel bir özetini geçer...Şöyle yazar o yazıda:

Çocukken ne kadar küçük şeyler için ağlardık
Bir tutam saç, bir oyuncak araba, bir bebek…
Şimdi büyüdük...
Çok büyük olaylar bile ağlatamıyor bizleri
Ölümler, iflaslar, ayrılıklar, savaşlar...
Şimdi daha mı güçlüyüz yoksa daha mı alışkın?
Hayatı öğrenmek
Alışmak mı acaba?

Alışmak.. Bir yere alışmak, bir şeye alışmak, bir kişiye alışmak… Alışmanın bin bir çeşidi yer alıyor hayatımızda. Bir yenilik karşısında bir süreç yaşanıyor buna alışma süreci deniyor. İşte işe başladı henüz alışma döneminde, bir yere gitti henüz alışma döneminde… Bu dönemler öyle dönemler ki öyle veya böyle hayatımızın akışında bu dönemlerden muhakkak geçiyoruz. Bu aralar en sık duyduğum şeylerden biri olduğu için alışma üzerine yazmak istedim. Askerlik görevimi yerine getiriyorum ve bunu Kıbrıs’ta yapıyorum. İnsan ilk duyduğunda Kıbrıs’ta askerlik tatil demektir gibi bir hisse kapılabiliyor. Tavsiyem kapılmayın. Kıbrıs’taki ilk bir haftam hep aynı soruya cevap vermekle geçti. “ Nasıl alıştın mı ?” Alıştım mı? Alışmamak gibi bir lüksümüz olmadığından haliyle alışmak durumunda ve hatta zorundasınızdır. Bu sadece burada böyle değil. Alışma dönemleri hep sancılıdır. Çoğunda da zaten alışmama lükstür, mecburen alışmak durumundasınızdır.

Alışmanın da kendi içinde türleri var. Birincisi adaptasyon anlamında alışmak ikincisi ise bir eylemi ya da herhangi bir şeyi sıradanlaştırmaktır. Örneğin günlük hayatımızın içinde yer alıp da artık her gün aynı şeyleri görmekten duymaktan yapmaktan ya da yaşamaktan dolayı alıştığımız şeyler vardır. Bunlarda beyin artık bir yerde otomatiğe bağlamıştır. Kıbrıs’ta bu noktada da bir farklılıkla karşılaştım ve bu biraz da hoşuma gitti. Biz trafiğin sağdan akmasına alışmışızdır mesela… Soldan giden bir trafik size ters gelecektir. Sanki bütün araçlar ters yola girmiş ve hepsi üzerinize geliyor gibidir. Soldan trafik Kıbrıs’ta alışmanız gereken önemli ve gündelik hayatın içinde olan bir şeydir. Neden hoşuma gitti? Sağdan trafiğe o kadar alışmışız ki sanki soldan gitmek imkânsızmış gibi düşünüyor insan. Oysa işte bakın gidiliyor. İnsan bir yerde hep aynı düşünmemesi gerektiğini fark ediyor. Yani en azından biraz zorlayınca böyle bir şey çıkarabiliriz. Bir de hayatta farklılıklara her zaman yer olmalı. Alışan insan belli bir zaman sonra üretmekten düşünmekten uzaklaşabiliyor. Zaten klişeleşmiş bir söz vardır. Herkes gibi düşünmemek, farklı düşünmek ya da daha moda bir tabirle farkındalık yaratmak… Aslında bu alışmamakla ilgilidir biraz da. Alışan insandan farklı şeyler çıkarmasını bekleyemezsiniz. Farklı şeyler için her anın her şeyin farkında olmalı.
Sonuç itibariyle alışmaya hem evet hem hayır… Adaptasyon anlamında alışmaya evet, sıradanlaştırmak anlamında alışmaya hayır… Seçin beğenin… Seçim sizindir…

27 Temmuz 2008 Pazar

Kıbrıs Günleri

En son askerde olduğum için yazamamaktan dert yanmıştım... Şimdi askerliğimin geri kalan
kısmını tamamlamak üzere Kıbrıs'tayım... Buradan da hemen yazamadım. Yerleşmeydi alışmaydı derken geçti iki hafta neredeyse... Şöyle afilli bir fotografını koyayım yavru vatanın isterdim ama henüz bu işlere zaman ayıramadım... Borcum olsun bir fotoğraf...

18 Mayıs 2008 Pazar

Nerelerdeyim ?

Evet evet farkındayım uzun zamandır yazamadım buraya ama geçerli bir sebebim var sanırım... Ne mi ? Askerlik desem... Aslında yazacak o kadar çok şey var ki ama yazacak zaman olmayınca ne gelir elden işte...Az kaldı acemiliğin bitmesine... Haziran sonunda bir aksilik olmazsa yine yeni yeniden şarkısı ile birlikte geri döneceğim.. O süreye kadar şimdilik böyle...

14 Mart 2008 Cuma

Olmaz Demeyin Olur mu Olur

Eşşeği sağlam kazığa bağlamak diye bir deyim vardır. Bu söz internet alemi için de son derece geçerli bir sözdür. Örneğin, saatleriniz belki de günlerinizi verdiğiniz blogunuzu bir sabah uyandığınızda göremiyorsunuz... Kuş olmuş..Uçmuş gitmiş... Bundan daha kötüsü de elinizde hiç yedeğin olmamasıdır sanırım. İşte bunu düşünmüşler. Geçenlerde bloglardan bloga atlarken böyle bir haber ilişti gözüme... Blog Back up ile ilgili bir site yapmışlar. Bu site sayesinde blogunuzun gün be gün yedeklemesi alınıyor. Böylece siz de büyük bir zahmetten ve olası bir kayıptan kurtulmuş oluyorsunuz. (Bu hizmet şuanda Blogger kullanıcılar için) Yapmanız gereken http://www.techrigy.com/ sitesindeki BlogBackupOnline a girip freemium hesap sahibi olmak. Ondan sonra hergün blogunuz yedeklenecek, gönlünüz de kafanız da rahat edecek. Freemium hesap haricinde ücretli hesapları da var. Freemium hesap ile blogunuzun belli bir miktara kadar yedeklenmesi sağlanıyor. Belirlenen miktar da 5 MB ki bu da pek çok blog için yeterli olacaktır.

11 Mart 2008 Salı

Yazım Yanlışları ve Kültür Bakanlığı

Mersin tatilimde ilk ziyaret ettiğim yer Ashab-ı Kehf mağarası idi. Yedi Uyuyanlar olarak da bilinen bu olay hem müslümanlıkta hem de hristiyanlıkta yerini almıştır. Bu olay kendini Tanrı ilan eden hükümdarın zulmünden kaçan 6 vezirinin bir mağarada 309 sene uyuması anlatılır. 7. uyuyan da bu 6 vezire eşlik eden çoban köpeği "Kıtmir"dir. Mağaranın ön tarafında bir cami yapılmış, caminin minaresi Mimar Sinan'ın ustalık eserim dediği Selimiye Camii'nin minaresinin kopyası ve binaya harika bir ihtişam veriyor. Yazıktır ki bu minarede de pek çok kişinin adını görebiliyoruz. Bir insan sevgilisinin adını minareye ne diye yazar düşündük bulamadık.

Ashab-ı Kehf Mağarasına giriyoruz. Girişte bir yeri demir parmaklıklarla çevirip üzerine Ashab-ı Kehf yazmışlar. Kültür Bakanlığı sağolsun biz ziyaretçilerini düşünmüş ve bir bilgilendirme panosu koymuş girişe yakın bir yere.... Zaten bu yazımın asıl konusu da bu...

İlkokul üçüncü hadi bilemediniz dördüncü sınıfından itibaren bağlarçların yazımı konusu işlenir Türkçe dersinde. Bir bağlaç vardır başa bela... dahi anlamındaki "de" bağlacı. Bu bağlaç ayrı yazılır. Türkçenin en basit kurallarından biridir. Eğer o "de"yi cümleden çıkardığında cümlenin anlamı değişmiyorsa o "de" ayrı yazılar. Herhangi bir bulunma halini belirtmediğinden kelimeye bitişik yazarsanız yanlış yapmış olursunuz. Bunu ben ve dahi çocuklar bile bilirken acaba bu bilgilendirme panosunu hazırlayan kişi nasıl bilmez. Yukarıdaki fotoğrafa tıklarsanız fotoğrafın orijinal boyutu açılacaktır. Bir iki dakikanızı ayırın ve okuyun sayın bakalım kaç tane "de" hatası var... 4 mü dediniz ? Yok yok, artırın...5 de değil...O kadar hata neredeyse bir cümlede var... Ah keşke, hatalar bu kadarla sınırla kalsa... Eksik cümle mi demezsiniz, garip yüklemler mi demezsiniz... Ne ararsanız var mübarek... Günlük konuşma dilinde geleyim edeyim yerine "gelim ,edim" diyebilirsiniz ama yazarken bu şekilde yazamazsınız. Ama yazılmış işte... Bunu kim hazırlamış bilmiyorum ama ne kaymakamlık ne de Kültür Bakanlığı bu işe özen göstermemiş belli.

Yolunuz düşerse gidin yine de görün derim bu yeri. Tarihi açıdan gerçekten görülmesi gereken bir yerdir ama gitmezden evvel internetten araştırma yapıp gidin daha iyi...Oradaki bilgilendirme panosuna güvenmeyin.

Mersin'de...Cennet Cehennem


















5 günlük Mersin tatilimin en güzel gezisi Cennet Cehenneme yaptığım geziydi. Cennet ve Cehennem Mersin Narlıkuyu köyüne 2 km uzaklıkta yerler. Cehennem çukuru (the pit of hell) 50 metre çapında 128 metre derinliğinde bir çukur... Mitolojiye göre Zeus, ateş saçan ejderha Tifon'u Etnaya sonsuza dek hapsetmeden önce onu burada zapt altında tutmuş... Çukurun dip taraflarındaki kayaların simsiyah oluşu insanın gözünü karartıyor bi an... Acaba ejderhanın alevleri mi kararttı bu taşları diye düşünüyor insan... Cehennem çukurunu tepeden izledikten sonra sıra geliyor Cennet Çöküğü'ne.

Cennet Çöküğü (The Chasm of Heaven) isminden de anlaşılacağı üzere burası yer altı sularının yatağında oluşan kimyasal bir çöküntü sonucu ortaya çıkmış büyük bir çöküntü. 452 basamaklı bir merdivenle en altına kadar inilebiliyor. 135 metre derinliğe kadar ulaşan bu çöküğün içindeki mağaradan Cennete ulaşılabildiğini inanılıyormuş. Mağaranın girişinde bir de manastır mevcut. Dibe inmek yaklaşık yirmi dakika sürüyor. Çöküğün içindeki dikitler kesinlikle görülmeye değer. En dipte hava oldukça serin, dışarıda yakıcı güneşin burada hiçbir etkisi olmuyor.

Cennet Çöküğü'nde de bir önceki yazımda bahsettiğim benzer manzaralarla karşılaşıyorum. Aşkını yazanlardan tutun da sanki çok merak ediyormuşuz da bizi merakta bırakmamak istercesine yazılan "ben buradaydım"lara kadar binlerce can sıkıcı yazı...

En dipte mağaranın akustiğine eşlik eden su sesleri duyuyorsunuz. Sarkıtlardan damlayan su damlaları hafif bir müzik edası ile ziyaretçileri karşılıyor adeta... Yaklaşık bir saatlik hafif yorucu gezinin ardından kendimizi yukarıdaki küçük restorana atıyor, peynirli gözlemenin ve silifke ayranının tadına bakıyoruz.

10 Mart 2008 Pazartesi

Baki Kalan Hoş Sada

Divan edebiyatının büyük üstadı Baki bir şiirinde "âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal / bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş " der. Bunu nedense bizim milletimiz farklı algılamış. Zaten şiiri az okuyan bir milletiz, okuduğumuzu da yanlış anlamasaydık bari. Bunu Mersin'de yaptığım tatilde çok daha iyi anladım. Mersin oldukça zengin bir tarihi mirasa sahip(miş). (miş) diyorum çünkü ne yazık ki bir çoğunu ben daha geçen haftaya kadar bilmiyordum. Bu ülkede nelerimiz varmış da haberimiz yok diyorum şimdi kendi kendime.

Bizim milletimiz kubbede kalan bir tek sesimiz olmasın diye düşünmüş olmalı ki gördüğüm her tarihi eser üzerinde, her taşta, mağarada, mezarda, duvarda kendine bir yer almış..Adını yazmış, aşkını yazmış, orada olduğunu biz sonradan ziyaret edenlere bildirmek istemiş... Aman aman ne kadar mutlu (!) oldum onları görünce emin olun ey ölümsüzlüğe kavuşmuş sevgili arkadaşlar bilemezsiniz.

Silifkeye gitmeden önce Cennet Cehenneme uğradık. Cennet Cehennemin olduğu yerde bir tarihi kalıntı vardı. (Zeus Tapınağı ve Kilise) Önünden geçerken içim sızladı. Kalıntı dediğim bir duvardan ibaret ama sanki arka sokaklarda yer alan bir duvarın akıbetine uğramış tarihi bir duvar... Neredeyse yazı yazılmamış tek santimi yok. Her karesine birşeyler yazılmış, üstleri boyanmış, boyanın üstüne tekrar yazı yazılmış.. öyle boyun erişeceği yerlerle de sınırlı değil, ciddi anlamda insanlar uğraş harcamışlar. 3-4 metre yukarıya bile isim yazmışlar..Bu ne azimdir ey dostlar... Şaşırıyor insan... O azmin keşke onda birini o tarihi eserleri korumaya harcasaydık...

9 Mart 2008 Pazar

Sevinç...Keder...Bir An Ötede



4 Mart 2008 günü Türkiye'de futbol için önemli bir gündü. Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final vizesi için Sevilla ile mücadele ediyordu. Sevilla'yı elerse Galatasaray'dan sonra çeyrek finalde mücadele edecek ikinci Türk takımı olacaktı.

4 Mart günü tatil için Mersin'deki ilk günümdü. Mersin'de izleyecektim bu maçı.... Derken maç saati geldi çattı... Maç başladı... Daha ilk 10 dakikada Fenerbahçe 2 gol yiyince moralim bozuldu. Dedim eyvah yoksa gidiyor mu maç. Üzüldüm bir an. Sonra Fenerbahçe'nin golü geldi. Az önce üzgün olan ben şimdi seviniyordum...İlk yarı biterken bir gol daha yedi Fenerbahçe... Biz yine döndük baştaki duygulara... Böyle böyle derken Fenerbahçe ikinci yarı bir gol daha buldu ve maç 3-2 bitti. Bu maçı uzatmalara götürüyordu... Heyecan daha bir artmıştı. Heyecan, gerilim stres hepsi bir taraftan bastırıyordu... Uzatmalar bitti, sonuç değişmedi... Gelsin penaltılar...Artsın heyecan gerilim stress... Sevillalı futbolcu Dani Alves2in atışını heyecanla bekliyoruz. Eğer kaçırırsa Fenerbahçe turu geçecek... Ve Volkan kurtarıyor topu...Bir anda sevinç yumağı oluyor futbolcular... Maçı izleyen biz de öyle..artık ne gerilim ne stres var...Sadece sevinç, mutluluk...

Sonra bir garip oluyorum... Yani biz penaltılarda da kaybedebilirdik... O zaman üzülecektik. Sadece bir dakika içinde değişiyor duygularımız... Sevinç de keder de hep bir an ötede... Ne zaman sevinip ne zaman üzüleceğimiz belli değil... Futbol hayattır diye klasik bir söylem vardır. Buna katılmamakla birlikte benzerliği de yok değil hani. Hayat böyle birşey işte...

2 Mart 2008 Pazar

Kelebek-Papillon


Papillon, başrollerinde Dustin Hoffman'ın ve Steve McQueen'in oynadığı, gerçek bir yaşam öyküsünü anlatan 1973 yapımı bir filmdir. Henri Charriere' in, yine aynı adı taşıyan Fransız Guyana'sından kaçış hikayesini anlattığı kitabını konu alan film harika bir kaçış hikayesi olmasından öte azmin ne demek olduğuna dair de çok güzel bir filmdir.

Göğsündeki dövmeden dolayı kendisine "Kelebek" adı verilen James, işlemediği bir suçtan dolayı hapis cezası almıştır. Haksız yere hapse düşen Kelebek, ilk andan itibaren hep kaçışı, özgürlüğü düşünmektedir. James'in ilk andan beri yanında olan dostu Louis Dega (Dustin Hoffman) bu kaçışta onun en büyük yardımcısı olacaktır.

James, asla vazgeçmeyen, sürekli kaçmayı düşünen, elindekiyle yetinmeyen, başkalarını da özgürlüğe inandıran bir karakterdir. Louis Dega ise kaçmanın mümkün olmadığını düşünmekle birlikte içinde bir umut taşımakta, mahkum dahi olsa hayatta kalmanın daha önemli olduğunu düşünmekte ve buna göre davranmaktadır. Elindekiyle yetinmekte, onunla mutlu olabilmektedir. Zaten filmin sonunda da bu düşüncesinin hakkını vermektedir. Dostu James'in ne zaman yardıma ihtiyacı olsa yanında olmaktadır son ana kadar...

Bu filmi tam bir hafta önce izledim. Çok eski ve uzun bir film olmakla birlikte film bittiğinde gerçekten geçirdiğim zamandan hoşnut olmuştum. Özgürlüğün nasıl bir duygu olduğunu, uğruna insanın neleri göze alabileceğini gösteriyordu. Dahası azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz sözünü doğruluyordu.

İzlemediyseniz izleyin derim. Hatta mümkünse önce kitabını okuyun sonrasında filmi izleyin. Bir kelebeğin özgürlük için nasıl mücadele ettiğini görün...




1 Mart 2008 Cumartesi

99 Duvar

Duvarlar... Bir engel ve bazen de bir koruma. İçeridekiler için koruma, dışarıdakiler için engel. Ya da bazen tam tersi...içeridekiler için engel, dışarıdakiler için engel... İki dünyayı ayıran bir çizgi..

Bir zamanlar bir fıkra okumuştum ya da bir arkadaşım anlatmıştı. Fıkra kısaca şöyleydi:
"İki deli bir gün artık çok sıkıldıklarından duvarlar ardında olmaktan ve de merak ettiklerinden dışarıdaki hayatı kaçmaya karar verirler. Ama bulundukları hastaneden kaçmak zordur. Zira 100 duvarı vardır. 100 duvarı da aşarlarsa kurtulacaklardır. Engelleri aşmak kavuşacakları karşısında hiçbirşeydir. Verirler kararlarını, kaçacaklardır. Başlarlar, bir duvar, iki duvar, on duvar, yirmi duvar...Böyle giderler...Çok yorulmuşlardır ama buna değecektir. Delilerden biri ötekine döner ve "Daha kaç duvar var. 99 duvar geçtik. Biteceği yok bunların. Ben çok yoruldum. Dönüyorum geri." der diğeri de ona katılır ve dönerler." Tam kurtulmaya ramak kalmışken vazgeçip kaybederler.

İki sene önce bir yazı yazmıştım. Balık mı Tutalım? İş mi Kuralım? diye sormuştum kendime. Balık tutmayla iş kurma arasındaki benzerlikleri, dahası paralelliklerini incelemiştim. 3 senelik çabalarımın ardından kendimi bazen o delilerden biri gibi görüyorum. Acaba diyorum 99.duvardan mı geri dönüyorum. 3 sene öyle ahkam kesecek kadar uzun bir zaman değil belki ama işte kendime çıkarımlarda bulunmaya çalışıyorum kendimce. İlerleyen günlerde bu balık tutma üzerine biraz daha kafa yorup bir yazı daha yazacağım iki sene sonra...Türkiye'de girşimci olmanın zorlukları, Türkiye'de iş etikleri ve iş etiki sözünün nasıl sömürüldüğü üzerine bir yazı olacaktır zannımca.

Özetle demek gerekirse insan hayallerinin peşinde koşmalıdır, gerçekten kopmadan. Gerçekten kopmamak çok önemli zira hayal aleminde yaşayanlar maalesef kaybetmeye mahkumdurlar.

Mutluluk Bencilliği

Evet, benim uydurduğum birşey bu. Bir arkadaşımın yazısına yorum yazarken aklıma gelmişti. İnsan mutluyken yazamıyormuş demiş. Katılmamak ne mümkün... İnsanoğlu, güzel şeylerin paylaşımı konusunda içten içe bir bencillik taşır. Sevinçler paylaştıkça artar, hüzünler paylaştıkça azalır denir. Denir denmesine de insanlar genelde üzgünken, dertli iken bunu başkaları ile paylaşıp azaltmak ister; şikayet eder, dert yanar. Aynı paylaşım mutlu iken o kadar yoğun yapılmaz.

İnsan çuıvaldızı kendine iğneyi başkalarına batırmalı' dan hareket edip kendime bakıyorum. Evet, yazdıklarımın pek çoğunu üzgünken, dertliyken, düşünceli iken yazmışım. Şiir yazardım bir aralar hepsi melankoli kokan şiirler... Kederli,sitemkar yazılar...Şimdi geçti gitti onlar.. Çok geride kaldı.

İnsan mutlu iken de yazmalı, mutluluğunu paylaşmalı başkaları ile... BEN merkezli olmamak gerekir. Bencillik, insanın dönüp dolaşıp içine düşeceği kendi kazdığı bir tuzaktır. Bunu unutmamalı...

29 Şubat 2008 Cuma

Olasılıksız

Universiteyken iki dönem istatistik dersi almıştım. Olasılık da istatistik içinde gördüğümüz bir konuydu. Olasılık Teoremini Giriş.. Vay be amma janjanlı bir isim diye geçirirdim içimden. Hani çok çalışkan bir öğrenci değildim lisansta da o yüzden çok da önem vermemiştim açıkçası. Çalışmıştık geçmiştik. Bu kitabı okurken o kadar da basit değilmiş canım dedim. Kitap bizim İstatistik kitabımızdan çok daha güzel bir şekilde işliyor Olasılık nediri, ne değildiri...

Sonra ister istemez gerçekten olması olanaksız olan şeylerin bile nasıl olabileceğini düşünüyorsunuz. Kitap A.P.R.I.L Yayıncılıktan çıkmış. Elimdeki kitabın 20. baskısı. Şu aralar çok satanlar listesinde başta gidiyor. Kitabın yazarı Adam Faver' in hakkını vermek lazım. Tek solukta okunacak bir kitap. (Özellikle yabancı dilden dilimize kazandırılan kitaplar çok güzel, çok satan olduklarında yazarları göğe çıkarılır. Oysa bunda çevirmenin de büyük payı vardır. Bunu genelde es geçeriz. Bu bakımdan ben de aynını yapıp es geçmeyeyim. Kitabın çevirmeni Şirin Okyavuz Yener'e de teşekkür etmek gerekir.)

Şu aralar yeniden ağırlık verdim okumalara. Bu hafta mesela iki kitap bitirdim ki özlemişim kitap okumayı... gerçekten özlemişim. Önceden - "önce"den kastım hayatımda bilgisayar, internet bu kadar yokken- her hafta en azından bir kitap okurdum. Sonra üniversite yıllarında kitapın bana yaptığı arkadaşlığın yerini maalesef bilgisayar, internet aldı. Evet, maalesef diyorum. Çünkü kitap okumayı ondan sonra neredeyse bıraktım. Arkadaşlarıma göre hala bir kitap kurduyum ama kendime bakınca bunun doğru olmadığını görüyorum. İnternetti, bilgisayardı bunlar şüphesiz çok güzel, önemli nimetler amma dozunu kaçırınca olmuyor işte. Bu hafta iki kitap birden okuyunca bunu daha derinden farkettim. Ne güzeldir kitaplar... Sessiz vefalı dostlardır.. Bir kenarda sıranın kendilerine gelmesini beklerler... Neyse, bu konuya sonra bir başka yazımda değineyim.

Olasılıksızı bitirdiğinizde küçücük önemsemediğimiz birşeyin bile aslında nelere yol açabileceğini düşünmeye başlıyorsunuz. Kitabın etkisinden bir iki gün kurtulamıyor insan. Benden söylemesi. Okumadınız ise muhakkak tavsiye ederim macera kitapları sevenlere. Olmaz diye birşey yok. Her an herşey olabilir...

28 Şubat 2008 Perşembe

18 Yıl Önceydi...Dün

18 yıl önceydi..Dün gibiydi o kadar yakındı aslında. Sen soluma gel, sen de sağıma oldu mu amca ? Bu sözleri dün söyledim gibi de geçmiş tam 18 sene... Çok iyi hatırlıyorum o sene amcam Arabistan'da işçi iken izne gelmiş; gelirken de bir fotograf makinesi getirmiş.

Küçüklüğüme ait çok fotoğrafım yok maalesef... Makinemiz yokmuş bizim. Ondan sanırım ben fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Neyse, o gün amcam makine ile gelmişti bize. Ne sevinmiştik, hala hatırladığıma göre ne sevinmişiz. Evimizin arka bahçesinde- taşlık bir bahçemiz vardı- tam penceremizin önünde objektife vermişiz pozumuzu... Tam 18 sene önce... Geçenlerde doğum günü idi kardeşimin. Kocaman oldular, evlendiler çoluk çocuğa kavuştular hatta. Bu fotoğrafı yolladı bana. Çok şaşırdım zira unutmuştum neredeyse bu fotografın nerede olduğunu. Bizim eski albümde bulmuş bunu ve bu fotoğrafın fotoğrafını çekmiş, bana göndermiş. Nasıl sevindim sanki yine fotoğrafım çekiliyormuşçasına...Nasıl sevindim ve sonra ne kadar hüzünlendim anlatamam... Çok yıl geçmiş be şaka maka derken yaşlanıyoruz ha diye düşünürken ne hüzünlenmişim. O üzerimdeki t-shirti çok severdim. Hiç kirlenmese de hiç çıkarmasam diye düşünürdüm çocuk aklımla... Ayaklarımızda terlikler o taşlı bahçede yıllarca oynadık. Bahçemiz kocamandı, ya da biz çok küçüktük de bize öyle gelirdi.. Sanırım, son dediğim daha mantıklı. En son memlekete gittiğimde o eski küçük evimizin önünden geçtim.Artık sarı değildi, beyaza boyamışlar. Sanki saça yılların düşürdüğü aklar misali o eski küçük ev de aklara bürünmüş bembeyaz olup çıkıvermiş. En küçük kardeşimin ektiği çam ağacı kocaman olmuş. Ne hikmetse bizim diktiklerimiz kurumuştu. Sonra o taşlı bahçeye beton dökmüşler. O kocaman koşa koşa bitiremediğim, içinde maçlar yaptığımız, ilk kalecilik denemelerini yaptığım o köşeden bu köşesine koştuğum o kocaman bahçe topu topu beş metreymiş belki daha da küçük. Duvarları o kadar yüksek gelirdi ki tırmanmak cesaret işiydi, tırmanıp tepesinde durduğumuzda sanki Everest'in tepesindeymiş gibi hissederdik. Tabi, o zaman Everesti bilmiyoruz ama şimdi öyle bir duyguydu diyorum. O duvarı da çok büyütmüşüz gözümüzde canım. O da hadi olsun 1.5 metre....Bahçenin bir kısmındaki duvarda belediyenin yol yapımına kurban gitmiş. O küçük ev yola sıfır olmuş. Kimseler oturmuyor sanırım artık o evde...

Çocukken amma büyük görüyormuşuz canım herşeyi, bu ne güzel hayalgücüdür...Ve şimdi ne kadar uzağım o hayal gücünden... 18 sene önce dündü sanki işte ama o kadar uzak ki hayallerim, o kadar uzak ki çocukluk....Ne desem bilemedim... O küçük evi, o küçük evin o büyük bahçesini severdim...Evimin üstüne aklar bahçemin içindeki hatıralarımın üstüne beton dökülmüş...

27 Şubat 2008 Çarşamba

Bir Ağaç Kesildi Bugün

Bir ağaç kesildi bugün herkesin gözü önünde..Köklerinden ayrıldı gövdesi kendisine dayanmış merdiven üstündeki bir el ile... Herkesin önünde kesildi diyorum benim de önümde kesildi. Öylesine sessizdi ki herkes, öylesine tepkisiz ben bile tepki veremedim mesela bu tepkisizliğe..Hani öyle rahatsız falan da ediyor değildi kimseyi... İstanbulun ortasında Göztepede minibüs yolu üzerinde HSBC ve Fortis Bankalarının arasında bir ağacı kestiler güpegündüz ve kimse sen ne yapıyorsun kardeşim demedi. Biz, "Yaş kesen baş keser." diyen bir milletin çocukları değil miydik... Yaşlı değildi o ağaç hem ben diyeyim 3 siz deyin 5 yaşında kimseye rahatsızlık vermeyen aksine yazın gölge hizmeti bile verebilen bir ağaçtı... Yazık oldu güzelim ağaca... Sahi ne olmuştu bize niye hiç kimse birşey diyememişti ben buraya takıldım hala, takıldım kaldım burada... Tamam biz aynı zamanda "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.", "söz gümüşse sükut altındır" da diyen bir milletin evladıyız ama bu sözlerin bununla alakası yok, olmaması lazım en azından... olmaması lazım ama oldu bugün işte... gözlerimin önünde... Tepki vermekten o kadar çekinir olmuştuk ki hiçkimse tepki vermedi... Ben bile... Soracaktım oysa amca sen napıyorsun diye... Ben kuyrukta beklerken adam bitirdi gitti işini... Gövdesini ayırdı kökünden ağacın.Gündüz vakti.Bir ağaç kesildi.Hiçkimse birşey demedi...

26 Şubat 2008 Salı

Herşeyden Biraz

Herşeyden Biraz düşüncesi ile bu blogu acmaya karar verdim. Bu kadar kısa bir cüme ile özetlemek niyetinde değilim bu blogu açma sebebini. Yıllardır takip ederim blogları, severek okuduklarım ,takip ettiklerim, takıldıklarım vardır. Hani aslında severim de yazmayı. Birkaç kez blog açtım kapattım olmadı istediğim gibi yapamadım, yazamadım, zaman ayıramadım... Bu fiillerle kandırdım kendimi de artık bir dur demek lazım diye düşündüm. Bu sefer başaracağım. Bu blog dunyasında yerimi kalıcı- kalıcı olmasa da uzun süreli- yapmak niyetindeyim. Daha önce niyetlenip de birkaç isme baktıgımda hep alınmış olduğunu gördüm. Bundan sebep bile "Aman ya" deyip vazgeçtim. Yok canım, bu kadar da kolay vazgeçilir mi? Geçiliyor vallahi...

Neyse, çok da uzatmayayım sözü... Yine istedigim gibi bir isim bulamasam da bloguma idare edeceğim bu isim ile... Ha herşeyden biraz derken gerçekten öyle... Herşeyden birşeyler yazma niyetindeyim. Herşeyden biraz hayat felsefemdir biraz da aslında. Öyle birşeyi tam bilmek gibi bir niyetim olmamıştır ama herşeyden birşey bilmek istemişimdir hep, bir konu üzerine uzman olmaktansa herşeylerden biraz birşeyler bilmek, en azından fikir sahibi olmak... Bu hep daha çok hoşuma gitmiştir...

Öyle işte... Başladık bakalım nasıl devam edecek...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Labels

14 şubat 1994 unesco kültür mirası 2 ağustos sertab erener konseri 22 nisan 22 nisan dünya günü 23 nisan 4440375 Adam Faver adsl adsl hızı ağaç akademik spam Alfred Chandler alışkanlık alışmak amazon kindle amos koyu anıtur arastacılar ashab-ı kehf askerlik aslolan aşktır aşk avanos avanos restoran Avea avea sesli imza ayşe arman azim aziz basil aziz george aziz onuphrius aziz theodere back up balık balkonda düşen pc bayat ekmek bayat ekmek satışı bencillik beyazıt kulesi beyazıt kulesinde hava tahmini beyazıt yangın kulesi biopro bir varmışım bir yokmuşum blackberry blackberry hediye uygulamalar blackberry kesintisi blog blogger bloggerda yeni görünümler bolu böyle korunamazsınız bu böyle cehennem cemiz topuzlu cennet charles handy çarıklı kilise çiçek sepeti çiçek sepeti mail adresi çiçek teslimatı çin çin malı çocukluk Deneyimler dinamik görünüm doğum günü Dustin Hoffman duvar dünya günü e-ink earthday ekmek satışı elektronik kitap okuyucu elmalı kilise engel eski çarşı Eskişehir etki alanı bloggerda olan websiteleri FCT fenerbahçe fikriniz çöpe gitmesin filler ve pireler fotoğraf gemiler GeziNotları girşimcilik google analytics gölcük gölcük milli parkı gördüklerim göreme açıkhava müzesi gül şurubu günlüklü güvercinlik vadisi güzel atlar diyarı harbiye açık hava hatıra hayal hayat ekspres Haydarpaşa haydarpaşa garında yangın haydarpaşa tren istasyonu Henri Charriere herşeyden biraz heryöne sınırsız tarife hizmet kalitesi HP hürriyet pazar ikimiz bir fidanın ikinci abdülhamit inovasyon iphone iphone 3G iphone satışı iphone turkcell iphone uygulamaları istanbul iş dünyası John McConnell kabak kapadokya kapadokya şarabı kaputaş karşı mahalle keder kelebek kelebekler vadisi kıbrıs kıbrıs günleri kızıl çukur kızıl vadi kızıl vadide gün batımı Kişisel kişisel blog kitap kitap basımı kod konseri koparılan çiçekler kopya ürün kral konserleri LAP LAMBERT Academic Publishing mersin mutluluk müşteri memnuniyeti nankör kedi narlıkuyu nehir netbook nostalji o tabak bitecek klibi okuduklarım Olasılıksız ortakent OrtayaKarışık ovabükü panaroma papillon para pazar pdf peribacaları profilo Rastladıklarım ReklamArası reklamlar rengarenk RIM RIMden Hediye sadakat safran safran çiçeğinin faydaları safranbolu Sakarya Ekspresi satış danışmanı seben sertab erener sesli imza sevgililer günü sevilla sevinç seyahat sınırsız tarife solan güller sony reader Steve McQueen strateji şeker bayramı tanıtım tatil TEB TEB Akıl fikir yarışması teknoasistan teknoloji teknosa teknosa deneyimi tokalı kilise tren Tren Saatleri ttnet turasan turasan şarapları turk telekom Turkcell türban türk telekom Türk'ün zekası uçhisar uçhisar kalesi ulusoy turizm unutmak üç güzeller peribacaları ürgüp Vodafone vodafone sesli imza websitem neden görüntülenemiyor wordpresse google analytics kodu nasıl konur yağmur yapı yazım yanlışları yedi uyuyanlar yemeniciler arastası yılanlı kilise yüksek lisans tezi zaman zeus tapınağı zor kadın
 
Copyright 2009 HeRşEyDeN BiRaZ. Powered by Blogger Blogger Templates create by Deluxe Templates. WP by Masterplan